Загрузка страницы

Dersler: İlkçağ Felsefesi (I)

Bu videoda ilk çağ filozoflarının düşüncelerini dinlerken bu düşünceleri ve önermeleri onların benliğinden (ruhundan, bilicinden, zihninden) yoktan var olup çıkıp gelen düşünceler gibi yani bir buluş yapıyorlar gibi değerlendirmemek lazım. Bundan ziyade; bu filozoflarının zihinlerinin ürettiği önermelerin (kavramların) zaten doğada var olan sistematiğin çözümlenmesi, anlaşılması ve bunu insan diline çevrilmesine aracılık ettikleri şeklinde yani buluştan ziyade bir tür keşif olarak değerlendirmek lazım.

Dolayısıyla filozoflar için aslında ortada hem ilgilendikleri konu hem de bu konuyla “nasıl ilgilendikleri” şeklinde iki problem var. İlgilendikleri konular için zihinleri; yoktan var olan kavramlar, fikirler, önermeler (kuramlar) mı üretiyor yoksa aslında doğanın kendisinde olan sistematiğin bir yansıması olarak sadece zihinleri aracılık edip doğanın sesini (Logos) insan diline mi çeviriyor. Dolayısıyla eğer “zihin” bir aracı ise ve tüm bu “düşünme” yetisini gerçekleştirip yeni fikirler üretebiliyorsa bunu yapmasını sağlayan “akıl” zaten doğanın içinde. Nesnelerin içinde gömük olarak yer alıyor olmalı. Ve bu “akıl” (mantık, logos) gereği nesnelerin özünü teşkil eden ideal formları (ideaları) felsefi düşünme yolu ile farkına varabiliriz. Yani nesnede gömük olan “Logos” insan zihninde “akıl” olarak tezahür buluyor. Aksi yaklaşımda ise bu idealar “tanrı vergisi” şeklinde ayrı bir dünyadan (öbür dünyadan) zaten ruhlarımıza kazınmış ve idealar da bu öteki dünyaya ait kavramlar şeklinde olduğu iddia edilmekte.

Yani “bilmek” eylemi nasıl oluyor? sorusunun iki cevabı var: Birincisi bilginin özünü oluşturan idealar dediğimiz “kavramlaşmış bilgi” doğanın kendisinde, nesnenin içinde fizik, kimya yasaları şeklinde zaten gömülü olarak var olan bilgi. Ve bizim zihnimizde bu bilgi hem bilinci (ruhu) açığa çıkarıyor hem de bu açığa çıkışla birlikte zaten bilme eylemi gerçekleşiyor. Yani “bilme” ile “bilen özne” ayrı şeyler değil. Bir birlerini var eden iki taraflı salınım gibi işleyen bir mekanizma. Diğer taraftan ikinci cevap ta ise; “bilme” eylemi Tanrı tarafından bu ideaların (kavramlaşmış bilgi) öbür dünyada ruha yerleştirilmiş olmasıyla açıklanıyor. Öbür dünyadan ruhlar bu dünyaya bu halde gönderiliyor. Dolaysıyla bedenin içindeki “ruh” bu dünyada bu idealarla eşleşen nesneleri (varlıkları) görünce zihninde anahtar ve kilit misali bilme eylemi ortaya çıkmış oluyor. Yani ruh zaten biliyor ama beden bunun farkına ancak uygun varlık (nesne) ile temas edince farkına varıyor (hatırlıyor). Fakat bu teoride bedenin ruhun bildiği bilgiye dayanarak nasıl eyleme geçtiği sorusu havada kalmış oluyor. Yani eğer bilen özne ruh ise nasıl oluyor da bedenle fiziksel boyutta temas edebiliyor ve böylece bedende harekete neden olabiliyor? Antik Yunandan iki bin yıl sonra modern anlamda bu problemle Descartes yeniden ilgilendi ama o da başarılı bir kuram geliştiremedi. Ve felsefede düalist (ikili-ikircikli) yaklaşımın doğmasına neden oldu. Antik Yunan felsefesinde ise tanrı kavramı da (mitoloji) ruh (psişe) kavramı da maddi dünyaya aitti. Tanrılar doğa güçlerinin ve bilinmeyenin zihinde, hayal dünyasındaki tezahürleriydi. Ruh ise hislerin, duyguların, aklın bir toplamıydı. Henüz ne soyut bir tanrı ne de soyut bir ruh kavramı vardı.

Dolayısıyla ilk çağ filozofları doğa ile veya toplum ile ilgili bir konuyu masaya yatırırken aynı zamanda da her seferinde kendi zihinlerini de masaya yatırıp, kendi düşüncelerinin de nasıl ortaya çıktığını incelmiş oluyorlardı. Yani kendilerini de ele aldıkları konu gibi araştırma nesnesi haline getirmiş oluyorlar. Bunu o tarihlerde çok bilinçli olmadan, çok farkına varmadan yapıyor olabilirler ama neticede sezgisel veya nesnel olarak araştırdıkları her konuyla birlikte kendi içlerine de bir dönüş söz konusu. Günümüzde ilkçağ felsefesi incelenirken işin bu tarafı genelde atlanılır. Oysa günümüzdeki çağdaş felsefeye ilkçağdan uzanan köprü aslında bu olgu üstündendir. O tarihlerde filozofların kendi zihinlerini araştırdıkları konudan çok net olarak soyutlayarak, kendi zihinlerinin mekanizmasını detaylı tahlil etmeleri imkansızdı. Biyoloji, tıp ve teknoloji günümüzdeki kadar ileri düzeyde değildi ve zihin beyin arasındaki ilişkiyi ve mekanizmalarını doğru bilmeleri tabi ki mümkün değildi. Ve bu yüzden o anda ilgilendikleri “varlık” konusu ile kendi bilinçlerinin, zihinlerinin nasıl çalıştığı konusu ya da diğer bir deyişle “varlık sorunsalı” ile “episteme sorunsalı” bir bine karıştığı, iç içe girdiği durumlar olması çok normal.

(Konuyla ilgili yorumumuz aşağıdaki yorumlar bölümünde)
.

Видео Dersler: İlkçağ Felsefesi (I) канала PANDORA - FELSEFE
Показать
Комментарии отсутствуют
Введите заголовок:

Введите адрес ссылки:

Введите адрес видео с YouTube:

Зарегистрируйтесь или войдите с
Информация о видео
30 января 2018 г. 19:22:12
01:17:42
Яндекс.Метрика